Bu filmi ilk izlediğimde beni en çok etkileyen şey sessizliğiydi. Klasik bir lise hikayesi gibi başlıyor ama öyle değil. Herkes birini seviyor ama kimse tam olarak ne hissettiğini bilmiyor. Honore’nin kamerası duygulara çok yaklaşmıyor, sanki uzaktan izliyor gibi ama tam da o mesafe yüzünden film bu kadar vurucu. Çünkü bu filmde kimse "aşkı yaşamak" istemiyor, sadece onun etrafında dolanıyor kimse o sevgiyi taşıyacak kadar cesur değil. Film boyunca sanki herkes kendi yalnızlığının yankısını duyar gibi.
Junie…
Lea Seydoux’nun bakışlarını anlatmak zor <3. Hem uzak hem kırılgan. Hem birini istiyor, hem dokunulmak onu korkutuyor. Bence Junie, genç yaşta olgunlaşmanın bedelini ödeyen bir karakter. Ailesinden gelen bir acı var, belli. Herkes onun güzelliğine hayran ama kimse gerçekten onu görmüyor. O yüzden o kadar suskun. O sessizlik, bir sığınak gibi. Tam olarak burada Ingmar Bergman'ın Persona'sına değinmem gerekiyor diye düşünüyorum.
https://kagankahraman.com/blog-list/01979485-00c9-705e-80ff-869138ac28bf
Her dilin kendine özgü suskunluğu vardır diye fısıldıyor o adam, bir kadın karanlığın içinde sessizce kaybettiği dili arıyor, bulursa ne mi yapacak?
Susacak...
"bütün endişelerimiz ihanete uğramış.. düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyevi koşullarımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu olarak kristalize oluyor. İnanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sesiz bir çığlık ve sessizlik, farkedilmişliğimizin en müthiş kanıtı.."
gibi repliklleri aklıma getirdi. Lea Seydoux'nun sessizliği aslında diyaloglardan çok daha fazla şey anlatıyor... Bir şeyi fark ettim. Bu filmde konuşan herkes eksiliyor, ama susanlar derinleşiyor. Bana "duygularını bastırmak" hakkında bir karakter yap film çekelim deseler işte o Lea Seydoux'nun oyunculuğu ile bu karakter olurdu sanırım.
Nemours ise karizmatik, entelektüel bir öğretmen ama bence o da Junie kadar yalnız. Onun aşkı da biraz bencil. Kadınları seviyor ama kimseyle kalamıyor. Junie'ye duyduğu şey tam olarak "aşk" değil sanki, daha çok gençliğine, saflığa, artık ulaşamayacağı bir duygunun yansımasına duyduğu özlem. Junie'ye bakarken gözlerinde bir suçluluk hissediliyor. Çünkü o, sevdiği her kadına aynı sözü vermiş, ama hiçbirine "gerçek" olmamış biri. Junie onun ilgisine cevap veremiyor, çünkü o tür bir sevgiye yer yok içinde.
Film ilerledikçe Otto karakteri çıkıyor karşımıza. Belki de Junie'ye en saf şekilde bakan kişi o. Onun sevgisi çocukça değil, tertemiz. Junie bunu fark ediyor ama yine de geri çekiliyor. Sevildiğini bilmek bile bir yük olabiliyor. O kadar dürüst ki Junie'nin iç dünyasındaki karmaşayı daha da belirginleştiriyor. Otto'nun intiharı beni gerçekten sarstı. Çünkü o sahnede sevmenin bazen ne kadar tehlikeli olabileceğini görüyorsun. Junie onun ölümünden sonra daha çok susuyor. O artık bir şey anlatmaya değil, unutmaya çalışıyor.
Filmin sonunda Junie trene biner, gider. Ne bir veda, ne bir açıklama. Sadece bir gidiş. O sahneye bayıldım. Kamera yüzünde kalıyor, o hiçbir şey demiyor. Ne bir açıklama, ne bir gözyaşı. Sadece bir yüz. Ama o yüzün içinde binlerce kelime var; pişmanlık, korku, huzur, kabulleniş. Çünkü bazen açıklama yapmadan gitmek, insanın kendine verebileceği tek dürüst cevap oluyor.
La Belle Personne bana aşkın bir "eylem" değil, bir "duygu hali" olduğunu hissetirdi. Örnek vermek gerekirse bazen birine yaklaşmak istemezsin ama ondan uzaklaşamazsın da. Bu film, o arada sıkışmış insanların hikayesi. Filmin en büyük eksikliği bence duygusal derinliği yeterince zamana yaymaması. Bazı ilişkiler, sahne geçişleri çok hızlı. Otto karakteri, filmde saf duyguların sembolü ama onun hikayesi de yeterince işlenmeden bitiyor. İntiharı şok edici, ama o kadar kısa anlatılıyor ki etkisi uzun sürmüyor. Bazı sahnelerde sanki yönetmen acele etmiş karakterlerin arkasında kalmış duygular yüzeye çıkamadan kesiliyor. Özellikle Junie ile Nemours arasındaki ilişki çok kısa sürede "yoğun" hale geliyor ama bu yoğunluğu biz tam olarak hissedemiyoruz. Bu filmde eksik bir şeyler var ama anlatamıyorum süresi mi kısa yoksa senaryo mu zayıf kalıyor çözemedim.
"Bazı duygular, yaşanmak için değil, hissetmek için vardır."
İzlerken bunları düşündüm. Junie'yi anladım. Çünkü bazen insanın en sessiz hali, en korunaklı halidir. Ama o sessizlikte bir parça da korku vardır: görünmekten, hissedilmekten, anlaşılmaktan korkmak. Fakat bir yandan da aklıma gelen bir çok duygu ve his uyandıran şeyler geliyor, örneğin Franz Kafka'nın Milena'ya yazdıklarından;
Sevgili Milena,
Keşke yarın dünyanın sonu gelse. O zaman bir sonraki trene atlar, Viyana'da kapının önüne gelir ve şöyle derdim: "Benimle gel, Milena. Birbirimizi hiç çekinmeden, korkmadan ve kısıtlamadan seveceğiz. Çünkü yarın dünyanın sonu geliyor." Belki de zamanımız olduğunu ya da zamanla hesaplaşmamız gerektiğini düşündüğümüz için mantıksızca sevmiyoruzdur. Peki ya zamanımız yoksa? Ya da ya zaman, bildiğimiz haliyle, önemsizse? Ah, keşke dünya yarın sona erse. Birbirimize çok yardımcı olabilirdik.
Acaba Junie'nin yaşadığı psikolojiye ya da karaktere kapılmamak için insanın Kafka'nın söylemek istediği gibi yumurtanın dayanması mı gerekli? Ya da sevmek zorunda mıyız? İnsan kimseyi sevmeden de ömrünü yaşayıp gidebilir. Birini sevmek zorunda değiliz. Güvenmeden yaşayamayız belki ama sevmeden yaşanabilir diye düşünüyorum. Her neyse bunları şimdi tartışamayacağım kendimle.
"Bütün duyguları anlatmaya yetecek kadar kelime yoktur, gerek de yoktur. Baktığınız zaman karşınızdaki anlar ya da anlamaz, bunu anlatmak karşınızdakine hakarettir."
Kendime Notlar
- İnsan bazen sevilmekten değil, o sevginin ağırlığından kaçar.
- Sessizlik, bazen savunma, bazen teslimiyet.
- Gitmek her zaman korkaklık değildir; bazen en dürüst cevaptır.
- Aşkın içinde konuşulmayan çok fazla şey var.
- Film bana "birini anlamak için bazen sadece susmak gerekir" dedirtti.