Kağan

Geri

Roman Holiday (1953)

Blog 05 Eylül 2025

Audrey Hepburn'ün beyaz perdede yıldızlaştığı bu film, benim için sadece bir romantik komedi değil; daha çok "hayatın kısa bir kesitine sıkışmış, ama kalıcı bir iz bırakan karşılaşmaların" filmi. Roman Holiday aslında bir masal gibi başlıyor, bir prenses, rutinlerin ve protokollerin boğucu duvarlarından sıkılıp kaçar. İnsan bazen hayatın bütün düzenini, kurallarını, beklentilerini bir kenara bırakıp sadece "bir günlüğüne" kendisi olmak ister. Hepburn'ün canlandırdığı Prenses Ann'in Roma sokaklarında kaybolma arzusunda, aslında hepimizin içinde saklı duran o özgürlük isteği var. 

Film, Hepburn'ün oyunculuk kariyerinin başlangıç noktası daha sonra Breakfast at Tiffany's gibi filmlerde oynadı. Onun doğallığı ve inceliği, filmdeki "prenses" rolüne öylesine yakışıyor ki, adeta kamera karşısında yeni bir yıldız doğuyor. Burada sinema tarihi açısından Ingrid Bergman'ın "Casablanca"daki parıltısını hatırlatıyor, ekranda beliren ve ışığını herkese hissettiren bir kadın figürü. Ingrid'in yeri ayrı olsa da Hepburn'ün hayatı yaşayışı, güzelliği, iyi niyeti ve hayvan sevgisi ile her zaman kalbimde bir yeri vardır.

Gregory Peck'in oynadığı Joe ise ilk başta tam anlamıyla fırsatçı bir gazeteci. Ama zamanla aralarındaki ilişki, ikiyüzlülüklerden arınmış, saf bir samimiyete dönüşüyor. Ve işte tam burada film, bende Before Sunrise'ı çağrıştırıyor gerçi onu izlerken de bu filmi çağrıştırmıştı kısır döngü oldu bende burası. Jesse ve Celine'in Viyana’da sabaha kadar süren yürüyüşleri gibi… Joe ve Ann’in Roma sokaklarında yaşadıkları da sınırlı bir zaman diliminde ama sınırsız bir yoğunlukla ilerliyor.

Roman Holiday'in en çarpıcı yanı, masalsı bir hikayeyi gündelik gerçeklerle harmanlamasıdır. Prenses Ann'in scooter ile Roma sokaklarında kaybolması, Trevi Çeşmesi'nde özgürlüğün tadını çıkarması, ya da Joe ile gizli bir dansa katılması… Bütün bunlar, seyircide "keşke benim de bir günüm böyle geçse" hissi uyandırıyor. Roma sokaklarında rastgele kayboldukları sahneyi izlerken hep şunu düşünüyorum. Özgürlük, çoğu zaman büyük devrimlerle değil, küçük bir kaçamakla başlar. Bazen hayatın tüm zincirlerini kırmak için sadece bir gün, sadece bir cesaret anı yeterlidir. Kendi hayatlarımızda küçük "Roman Holiday"ler yaratmaya çalışıyoruz, ama çoğu zaman erteliyoruz. 

Filmin sonu, bana göre en güçlü kısmı. Çünkü kolay olan "mutlu son"a kaçmıyor. Ann görevine, Joe ise kendi hayatına dönüyor. Ama aralarında yaşanan şey, onların ömür boyu taşıyacağı bir anı olarak kalıyor. Demek ki bazı ilişkiler uzun sürmese bile, kalıcılıklarını süreden değil, bıraktıkları izden alıyorlar. 

Roman Holiday'i izlerken şu düşünceye takıldım: Bazen en unutulmaz ilişkiler, en kısa sürenlerdir. Çünkü onlar, yaşandığı anda sonsuza dek sürecekmiş gibi hissettirir. Tıpkı Viyana'da sabahlayan Jesse ve Celine gibi, Roma'da bir günlüğüne özgürlüğü tadarken Ann ve Joe da birbirlerine "sonsuzmuş gibi hissettiren ama sınırlı kalan" bir hikaye armağan ediyorlar. Jesse ve Celine'in Viyana'daki yürüyüşlerini düşünmeden bu filmi anlatamam. İkisi de aynı gerçeği söylüyor.. Kısa süreli bir zaman dilimi bile insanın hayatını değiştirebilir. 

Kendime Notlar 

  • Sonsuz olmayan ama sonsuzmuş gibi hissettiren anların değeri bilinmeli.

Roman Holiday, bana "anı yaşamanın" ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan filmlerden biri. Audrey Hepburn'ün masum parıltısı, Gregory Peck'in dinginliği ve Roma'nın fonu birleşince ortaya sadece bir aşk hikayesi değil, hayatın kısalığına dair bir felsefe çıkıyor.

Belki de önemli olan, ilişkilerin ne kadar sürdüğü değil; bize ne kadar dokunduğu, hayatımızda hangi izleri bıraktığıdır.


Gallery

Comments