Biliyoruz ki Nietzche, babası öldüğünde değil,
Dr. Wagner ile arası bozulduğu için değil,
Salome tarafından reddedildiğinde de değil,
bir atı kırbaçlanırken gördüğünde çıldırmıştı..
Filozofik yaşamın sırrı bu;
Kendi acını değil,
Başkasının acısını görebilmek,
Ve o acıyı kendi acına yeğ kılmak..
"Acıyı duyabiliyorsan canlısın, başkalarının acısını duyabiliyorsan insansın."
"Friedrich Nietzsche, 3 ocak 1889′da Torino‘da, Via Carlo Alberto‘daki 6 numaralı kapıdan sokağa adımını atar. Belki yürüyüş yapmak, belki de postaneden mektuplarını almaktır amacı. Kendisine uzak olmayan ya da fazlasıyla uzakta kalan bir fayton sürücüsü inatçı atına söz dinletemiyordur. Faytoncunun tüm baskılarına rağmen, hareket etmeyi reddediyordur at. Sonra, ismi muhtemelen Giuseppe Carlo Ettore olan faytoncunun sabrı taşar ve kırbacını eline alır. Nietzsche, kalabalığın yanına gelir ve o ana dek öfkeyle köpüren sürücünün acımasız sahnesini sona erdirir. Sağlam yapılı ve gür bıyıklı Nietzsche, birden faytona atlar ve kollarını atın boynuna dolayıp hıçkırarak ağlamaya başlar. Olaya şahit olan diğerleri, Nietzsche’yi evine bırakır. İki gün boyunca bir divanda hareketsiz ve sessizce dinlenir Nietzsche. Ta ki son sözlerini mırıldanıncaya dek: “mutter, ich bin dumm!” (anne, ne aptalım!) ve yaşamının kalan son on yılını, uysal ve delirmiş bir şekilde annesinin ve kız kardeşlerinin himayesi altında geçirir. Atın akıbeti hakkında ise hiçbir şey bilmiyoruz."
İşte Bela Tarr’ın "The Turin Horse" filmi de tam bu noktadan çıkıyor. Tarr, o meşhur sahneyi yeniden canlandırmak yerine, bize o atın ve arabacının hayatını gösteriyor. Rüzgarla, karanlıkla, açlıkla boğuşan, giderek tükenen bir hayatı… Dünyanın en ağır, en kasvetli tablolarından birini. Bir bakıma Nietzsche’nin gördüğü acıyı bize yaşatıyor.
Belki de Budala’yı sinemaya uyarlamak için, Dostoyevski’nin "kutsal sara"sına içeriden bakabilecek bir ilham ve kalp gerekiyor. Tarr’ın The Turin Horse’u, bu ilhamı taşıyan nadir eserlerden biri gibi geliyor bana. Suç ve Ceza'dan bir sahneyi düşünelim;
"Raskolnikov’un rüyasında gördüğü sahneler geliyor aklıma: zavallı at'ın eziyet edilerek öldürülmesi, çocuğun hayvana sarılıp gözyaşına boğulması… O sahne Raskolnikov’un ruhunu nasıl paramparça ettiyse, Nietzsche’nin Torino’da yaşadığı olay da onun ruhunu öyle paramparça etti. Tarr, bu iki büyük ruhsal kırılmayı aynı noktada buluşturuyor: Acıya bakabilme cesareti."
Çok benzer bir şeyin Nietzsche'nin başına geldiğini ve Bela Tarr'ın hem Nietzsche'nin, hem de Dostoyevski'nin ilhamını barındırmasaydı bu kadar güçlü bir eser olabilir miydi hakikaten? Demek ki, küçücük ama çarpıcı, kuşatıcı bir sahne, bir başka büyük esere çıkış noktası olabiliyor. Dostoyevski'nin tüm eserleri için, onun eserlerini filme uyarlayacak yönetmenin böyle "çıkış noktaları" tespit etmesi gerekiyor. İşte bu yetenektir. Bela Tarr bunu çok iyi bir biçimde başarmış. Bu konuda Akira Kurosawa'yı çok başarılı buluyordum fakat Bela Tarr beni büyülemeyi başardı.
Patatesin tekrar tekrar soyuluşunu izlerken içimde tarif edilmez bir sıkışma oldu. Her gün aynı yemek, aynı sessizlik, aynı tükeniş… Ve ben fark ettim ki, Turin Horse sadece karakterlerin tükenişini değil, seyircinin sabrını da sınayan bir film. İzlerken nefesin daralıyor ama gözünü de ayıramıyorsun. Bela Tarr kamerayı hiçbir zaman güçlülerin, iktidarın, paranın üzerine çevirmiyor. Onun kamerası hep en altta kalanlarda: hayatta kalmaya çalışan, ezilen, unutturulanlarda. İşte bu yüzden film bana sosyalist duygularımı da hatırlattı. Çünkü hayatı sırtında taşıyanların hikayesi, aslında bütün insanlığın hikayesidir. Tam da bu yüzden, insan olmanın ne demek olduğunu unutturmuyor. Belki de Nietzsche’nin çıldırmasına yol açan o sahneyi biz de hissetmeliyiz; yoksa başka türlü insanlığımızı hatırlayamayız.
Kendime Notlar:
- Başkasının acısına bakabilmek, seni insana dönüştürür.
Turin Horse (2011)