Kaçma, bunca sene yaşadın ama bir hayatın olmadı..
O gitti. Geri dönmeyecek. O yapamıyor...-değişmeyi-
Adaline Bowman. Gençliğinde geçirdiği sıra dışı bir kazadan sonra bedeni yaşlanmayı durdurur. Yıllar geçer, dünya değişir, savaşlar olur, insanlar ölür... ama Adaline hep 29 yaşındadır. Bu "ölümsüzlük", bir lütuf gibi görünse de, aslında yalnızlıkla ve kaçışla dolu bir lanettir. Gerçek kimliğini gizleyerek onlarca yıl boyunca iz bırakmadan yaşar... ta ki bir adam (Ellis) ona gerçek bir bağ sunana kadar.
Film sadece bir kadının zamanla olan ilişkisini değil, aynı zamanda bizim iç dünyamızda hep susturulan ama zaman zaman yüzeye çıkan o yaşlanma, kopma ve kendini saklama dürtülerini de işliyor.
Adaline'ın yaşlanmaması, fiziksel bir gençlik armağanı gibi gözükse de, asıl bedeli zihinsel yaşlanma. O, herkesin "unutmayı" seçtiği anıları bile taşımaya mecbur. Filmin güçlü yanlarından biri bu.. Sadece bir "ölümsüzlük laneti" değil. Bu; aslında bazen bizim de hayatta kalmak adına yaptığımız duygusal kaçışların metaforu.
Aşkı unutmak, insanlardan kaçmak, kendini görünmez kılmak…
Ellis ile olan ilişkisi, geçmişin izlerini kabullenmeden geleceğe yürüyemeyeceğimizi gösteriyor. Aşk burada gençliğe ya da güzelliğe değil, birbirini görmeye ve tanımaya dayanıyor. Ne Ellis onu gençliğinden dolayı seviyor, ne de Adaline onu bir "kurtarıcı" olarak görüyor. Bu, yavaş yavaş açılan ve cesaret isteyen bir sevgiyi gösteriyor bize. O, Adaline’e "yeniden bağ kurma" ihtimalini sunan, geçmişin küllerinden bugünü çıkarabilen nadir insanlardan.
Ama esas mucize şu: Adaline’ın kaçmayı bırakıp durmayı seçmesi, aşkı tekrar risk alacak kadar önemsemesi.
Harrison Ford’un canlandırdığı karakter (William), Adaline’ı yıllar önce sevmiş biridir. Onunla karşılaştığı an, yaşadığı şok, "geçmişi gömmek" ile "hala içinde bir yerlerde taşıdığın geçmişi" yüzleştiren bir andır. Bu, Adaline’ın bile saklamaya çalıştığı hafızaların artık başkalarında da yer ettiğini gösteriyor. Filmde şöyle bir sahne yaşanıyor. William oğlunun ne hissettiğini kendi hayatından bildiği için oğluna bakıyor ve sadece bir baba gibi değil, geçmişte kalmış bir adam gibi konuşuyor;
William: "Onu seviyor musun? Nereden biliyorsun?"
Ellis: Çünkü onsuz her şey anlamsız.
William’ın oğluna yönelttiği soru "Onu seviyor musun? Nereden biliyorsun?" dışarıdan bakıldığında bir test gibi görünür. Ama aslında bir hatırlatmadır. Kendi cevabını duymak istemiştir. Aslında soru aynı anda iki kişiye soruluyor ve bu sahnede müthiş bir sinematik öğe, hem oğluna hem de cevabını veremediği kendine sorduğu bir soruydu bu çünkü William, Ellis'in vereceği cevaptan bir hakikat beklemiyor sadece kendi geçmişini doğrulamak istiyor.. Bu sahnede baba ile oğul arasındaki bağ, nesilden nesile geçen bir duygu olarak gösteriliyor. Ellis'in yaptığı kovalamaca değil, aşk'a sonuna kadar inanmanın ilk adımı.
Beynimiz, alışkanlıkla günü sürdürürken bize “yaşıyormuşsun” hissi veriyor… ta ki biri gelir ve zihnin sisini dağıtır.
İşte o zaman, “yaşamamış olduğunun” farkına varırsın.
Belki de hiç biri değildi, belki de doğru kişiyi bulana kadar beynimiz bize bir oyun oynuyor ve yaşlanmadığını düşündürüyor, sanki yaşıyorsun ama bir hayatın yokmuş gibi ve tıpkı Adaline'de olduğu gibi yanında doğru kişi olduğunda gerçekten hayatı yaşadığını ve hayatın akıp gittiğini hissediyorsun yıllar geçtikçe saçlarında beyazlar görmek gibi...ama bu sefer o beyazlar senin yüzünü güldürenler oluyor.
Adaline için Ellis, hayatın gerçek bir şey olduğunu hatırlatan tek varlık.
Benim içinse bu duygu; doğru kişiyi bulmanın zamanla değil, hissetme cesaretiyle ilgili, bu benim için çok kıymetli bir duygu çeşiti çünkü insan ancak o kişilerle yaşadığını fark edebiliyor...
Burada şu replik gerçekten akıllardan çıkmayacak kadar eğitici. "hayat sadece zamanın akıp gitmesi değil, hissetmeye cesaret edebildiğin anların toplamıdır."
İngilizcesi galiba 2. Dövmem olabilir not alayım şuraya.
"Life is not just the passing of time. It's the collection of moments you dare to feel." ( Zaman geçiyor olabilir… ama ben hissederek geçeceğim. ) bu hissi her an bana hatırlatacak şekilde bana görünür olmalı bu dövme. Bu arada bu yazı script de yok duvardaki bir resimde görünüyor çok ilgiçtir ilk dövmemdeki yazı da It's Wonderful Life'da bir duvarda asılı duran çerçevenin içinde kadrajda görünen bir yazıydı. Sanırım tesadüf yoksa izlediğim her filmde duvardaki çerçevelere bakmıyorum :D
"All you can take away with you is that which you've given away."
Bu sadece bir aforizma değil, aynı zamanda bir çağrı: "Kendine, zamana ve duygulara dokunmaya cesaret et!" niteliğinde. Adaline bir yerde "yaşadım ama onlarca yıldır yaşamayı hissedemedim" demesi zamanla yüzleşen herkesin cümlesi olabilir... Will hunting'in o bastırılmış sevgisini, Tom Ripley'in taklit ettiği hayatları, George Bailey in geride bıraktığı hayalleri anımsattı bana. Hepsi başka yollarla aynı soruyu sorar insana; kendim olarak sevilir miyim? Bu, tüm hikayelerin altındaki asıl soru. Seni değiştirmeye çalışmadan seven biri. Seni saklanmak zorunda bırakmayan bir bağ...
- Will Hunting, sevgiyi kabul etmekten korkan ve kendi içindeki yaraları saklayan biriydi.
- Ripley, başkasının hayatını “ödünç” alarak sevilmeye çalıştı.
- George Bailey, kendi hayallerini feda ederek "değerli bir yaşam" sürdü ama kendini unuttu.
En hüzünlü sahneler bu sebepten bana adaline in bakışmaktan, sarılmaktan kaçması oldu. Hiçbir yere ait olmadıkça, kimsenin hatırasında bir yer edinemez insan. O da buna çabaladı. Biraz..
Kendime notlar
- İnsan, zamanı ölçerek değil; kiminle paylaştığına göre yaş alır.
- Aşk, zamanın dışına çıkan tek şey olabilir.
- “Ölümsüzlük” hayal değil, duygusal olarak kendini dondurduğunda yaşadığın şeyin ta kendisi.
The Age of Adaline, yaşlanmanın fiziksel değil, duygusal bir süreç olduğunu anlatan melankolik ve zarif bir film. Kimi zaman hafif, kimi zaman iç burkan, ama en çok da içsel bir sessizlikle izleyeni saran bir hikaye. Eğer zamanla, anılarla ve kaybettiklerinle iç içe yaşıyorsan… bu film seninle bir yerden konuşur, kesinlikle bende bir etki bıraktı, ve çok şey öğretti.
Aklıma Can Dündarın yazısı geldi onu da buraya yazmalıyım sanki bu filmden öğrendiğimi pekiştirecek ve bende unutulmaz yapacak yazı.
Yaşamak değil bizi bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin; o telaşla bırakın Paris'te ılık rüzgarlara taratmayı saçlarımızı, sevgilimizle doyasıya sohbet bile edemedik biz.
Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişecek bir yerler vardı. Aranacak adamlar, yapılacak işler...
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı. Başkalarının hayatı bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerimi hababam erteledik.
20li yaşlarda 30 lara kurduk saatin alarmını, 30 lardan 40 lara, belki sonra 50 lere...
Lakin öyle kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma imkanı sunduğunda size, artık uytku girmez oluyor gözlerinize.
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek imkanına kavuştuğunuzda, sözleşexek sevişecek kimse kalmıyor yanınızda...
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip sandıktan çıkarttığınızda bir de bakıyorsunuz ki,
Tedavülden kalkmış...