+benim zamanımda farklıydı. baban bir keresinde beni camdan dışarı atmıştı.
- açık mıydı?
+ hayır, kapalıydı. bir yarbayın tepesine düştüm. sonradan baban oldu.
- ama babamın attığını söyledin.
+"sonradan baban oldu." dedim ya. tanrım, onu ne kadar severdim!
- hangisini?
+beni camdan atanı! diğeri tam bir hıyardı. hiç eğlenceli şeyler yapmazdı.
- ha ne dedin?
+dinlemiyorsun.
-hiç bir zaman dinlemedim ki.
+bu yüzden mi yaşına rağmen hala çok dinçsin?
-insanlar dinlemenin sağlığa ne kadar zararlı olduğunu bilseler dinlemekten vazgeçerler ve bu sayede çok daha sağlıklı olurlardı.
"insanlardan yoruldum ama bu onları sevmemi engellemiyor."
"Kadınlar ilk buluşmayı erkeklerin ciddiye aldıklarının yarısı kadar alsalardı insanoğlunun soyu tükenirdi"
Bergman’ın ikinci döneminin en önemli yapıtlarından biri… Cannes Film Festivali’nde hem seyirci hem de jüri tarafından o kadar çok sevilmiş ki, özel bir ödül icat edilmiş: “Şiirsel Hiciv Ödülü.” İsveç sinemasını erotik döngüsünden çıkarıp dünyaya tanıtan bir film olması da cabası.
Ama filmin en büyüleyici yanı, tek bir hikayeye değil, hikayeciklere yaslanması. Bir avukat, onun genç karısı, oğluyla olan gerilimi; tiyatrocu eski sevgili, kont ve kontes derken çarpık ilişkiler yumağına tanık oluyoruz. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan, sürekli flört, entrika ve aldatmaların döndüğü bir yaz gecesi… Bergman, bu ilişkileri mizahla, neredeyse hiciv tonunda aktarıyor. Film ilerledikçe "matematiksel bir aşk oyunu" izliyormuşsunuz gibi bir his doğuyor.
En eğlenceli, aynı zamanda Woody Allen'ı en çok etkileyen Bergman filmlerinden biri. Aldatan erkeklerle dolu bir filmde söz dönüp dolaşıp yine işin kadınlarda bittiğine varıyor nedense; zira erkekleri parmaklarında oynatabilen, planlar yapan, istediğini elde eden kadınlar var bu filmde. Gerçi bu tema Bergman'ın çok yabancı olduğu bir mefhum değil, tabi filmi bu şekilde suçlamak da öküzlük olacağından ne kadar incelikli ve nüktedan bir film olduğunu belirterek bitireyim ki öküz olduğum anlaşılmasın..
Bergman’ın tiyatroyla olan geçmişi filmin her karesine sinmiş. Diyalogların yapısı, plan-sekans kullanımı, oyuncuların kameraya göre açı değiştirmesi, hatta "yabancılaştırma" teknikleriyle seyirciyi sarsıp "izlediğinin bir film olduğunu fark ettirme" çabası… Sanki karşımızda bir tiyatro sahnesi var. Çehov’un Martısını andıran bir yanı var filmin. Bergman’ın gölge-ışık oyunları (chiaroscuro) da yine kendine has derinlik katıyor: aydınlık ile karanlık arasındaki o ince geçiş, karakterlerin içindeki çelişkilerin görsel karşılığı gibi. Işığı bu kadar iyi kullanan başka bir yönetmen tanımıyorum. Ingrid Bergman'ın oynadığı filmlerde onun yüzüne vuran ışıkla nasıl güneş gibi parladığını, siyah beyaz filmde renkli gibi gösterdiğini kalbimle gördüm.. Konusunu bilerek açıyorum galiba ara sıra Ingrid'i göresim geliyor, şuraya bırakayım bir fotoğrafını <3
Filmde beni en çok etkileyen sahnelerden biri, aktris Desiree’nin annesiyle yaptığı o ilk diyalog. Ne dedikleri tam anlaşılmaz, sürekli konudan konuya atlarlar. İzleyici olarak "ben ne dinliyorum?" diye sarsılırsınız. Aslında Bergman orada hepimize bir tokat indiriyor: günlük konuşmalarımızın içi ne kadar boş, ne kadar amaçsız… "Neyden bahsettiğimizin ne önemi var ki?" diyerek.
Bir başka vurucu nokta, akşam yemeği sahnesi. Burjuvazinin bütün maskeleri düşüyor burada. Aşkı konuşurlarken bile strateji, düşman, mayın gibi savaş terimlerini kullanmaları inanılmaz ironik. Masadaki tek ayrıksı kişi Henrik, ruhani olanı savunan genç. O masadan kalkıp gitmesi, adeta izleyicinin içindeki isyanı dile getiriyor.
Ve final… Filmin adını veren tebessümler. Çiftlikteki uşak Frid şöyle der:
“Yaz gecesinin üç tebessümü vardır: İlki genç aşıklar içindir. İkincisi soytarılar ve aptallar içindir. Üçüncüsü ise yaşlı, yorgun, yalnız ve uykusuzlar içindir.”
Aslında filmin bütün özeti bu. Hepimiz bu üç tebessümden birine dahil oluyoruz.
Kendime Notlar:
- Bergman’ın en "hafif" filmi bile aslında ağır bir toplumsal hiciv.
- Konuşmalarımızın, ilişkilerimizin içi çoğu zaman boş; Bergman bizi bunu fark etmeye zorluyor.
- Entrikalar, aldatmalar, gurur savaşları… Ama yine de hayat gülümsemeye devam ediyor.
Bergman filmi yazarken şöyle demiş: "Hayatımın en kötü dönemiydi, çok depresiftim. İki seçeneğim vardı: ya Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri’ni yazacaktım ya da kendimi öldürecektim." Şükür ki birincisini seçti. Yoksa sinema tarihi bu kadar incelikli, alaycı ve şiirsel bir gülüşü asla duyamayacaktı.